Yüksek teknoloji çağı, ürettiği sofistike bilişim ve erişim aygıtlarıyla modern insan üzerindeki gücünü her geçen gün artırmaktadır. Artık insanlar bu aygıtlar aracılığıyla geleneksel temellerinden kolayca ayrışıp farklı eğilimlerin kümelendiği sanal kliklere bağlanabilmektedir. Bu da insanlara geleneklerden kopuk bir köksüzlük, sanal yalnızlığın getirdiği bireysellik ve bedensel tatmini hedefleyen arzu temelli bir kültüre dayalı yeni bir yaşam tarzı dikte etmektedir. Özellikle kişinin kendi bedeninin sahibinin kendisi olduğu ve bedeni üzerinde istediği gibi tasarruf hakkı ve özgürlüğü bulunduğu yönündeki kanaatinin haz temeline dayalı, yani “arzulayan özne kültürü”ne dayandığı ifade edilir. Küresel düzlemde gittikçe yayılan bu yeni kültüre politikacılar ile yasa yapıcıların demokratik çoğulculuk ve özgürlükçülük yönünde baktıkları anlaşılmaktadır. Bu durumda modern çağın yapay kültürel kodlarına karşı diyalektik tavır alma işi, uzun süredir seküler dışlanmışlığa uğratılmış olan kadim bir kaynağa, dini geleneklere düşmüştür.
Müslüman ülkelerin kültürel sahillerine artık iyice yaklaşan “arzulayan özne kültürü” Fransız antropolog ve siyaset bilimcisi Olivier Roy’un Is Europe Christian? adlı kitabındaki tezlerinin doğrulama önermesini ifade etmektedir. Yazar kitabında, Avrupa’nın nüfus yoğunluğu açısından Hıristiyan olmasından ziyade Hıristiyan öğretiler üzerinden bir Avrupa değerinin olup olmadığını; Hıristiyan kurumlarının, değerlerinin ve fikirlerinin Avrupa siyasetinin, kültürünün ve hukukunun merkezinde kalıp kalmadığını sorgulamaktadır. Roy’a göre Avrupa’da Hıristiyanlık her geçen gün zemin kaybetmekte ancak bunun sebebi popülist milliyetçi politikacıların iddia ettiği gibi İslam’ın yükselişi değildir. Yazara göre Avrupa’da Hıristiyanlığı zaafa uğratan asıl tehdit, aile kurumunun tartışmaya açılması, cinsiyet ayrımının reddedilmesi, hukuki sınırların ötesine geçen cinsel tercihler ve insanın yaşam değerini hiçleştiren kürtaj gibi “bireysel kararı kutsayan” arzulayan özne kültürüdür.
Roy, temel olarak Avrupa dini tarihinin XVI. yüzyıldaki Hıristiyan reformundan sonra önemli bir kırılma yaşadığına dikkat çekmektedir. Buna göre Protestan kiliseler kendi milli kiliselerini kurarak ve sivil idareyi kutsayarak büyük ölçüde siyasetin kontrolüne girmiştir. Böylece Avrupa’da eski “Hıristiyan âlemi” fikrinin yerine, güç politikalarına dayanan pragmatik bir siyasi düzen anlayışı yerleşmiştir. Ardından gelişen Aydınlanma ve liberal fikirlerin yükselişi, Hıristiyanlığın Avrupa kurumları ve kültürü üzerindeki etkisini daha da zayıflatmıştır. Ancak yine de XIX. yüzyıldan XX. yüzyılın ortalarına kadar aile, cinsel tutumlar ve kürtaj gibi konularda Avrupa’nın milliyetçi ve sosyalist politikacıları kendilerini geleneksel Hıristiyan fikirleriyle geniş bir mutabakat içinde bulmuşlardır. Nitekim pek çok Avrupa ülkesinde seküler hukuk, klasik Hıristiyan ahlak kurallarını oldukça yakından takip etmiştir. Hıristiyan inananların sayısı giderek azalsa da kamu ahlakı ve kamu hukukunun Hıristiyan temelleri gücünü uzun bir süre korumaya devam etmiştir.
XX. yüzyılın tam ortasında gündeme gelen Avrupa Birliği projesi, Hıristiyan anlayışın henüz Avrupa’nın bürokratik işleyişinde bir değer olarak yerini koruduğunu göstermektedir. Zira Roy, Avrupa Birliği projesinin, yani “Bugünkü Avrupa Birliği’nin kurucu babalarının dindar Katolikler olduğuna dikkat çekmektedir. Bu kuruculara göre “Hıristiyanlığın, Avrupa kimliğinin özünde ve politikacılar tarafından inşa edilen devasa bürokratik bedenin merkezinde bir ruh olarak bulunduğu aşikârdı.” Avrupa Birliği projesinin referans gösterdiği Katolik Kilisesi ise iki büyük dünya savaşının neden olduğu manevi hayal kırıklığı ve modernleşme süreci karşısında II. Vatikan Konsili’yle doktrinlerini güncellemeye (aggiornamento) girişmişti. Ancak kilisenin bu girişimi oldukça talihsiz bir kesişmeye denk geldi. Nitekim 1960’lı yıllarda bütün kurulu düzenlere meydan okuyan bireycilik, özgürlük ve insani arzuların değerini yücelten yeni bir kültür yükselmekteydi. Yazara göre “Her şey 1960’larda değişti.” Çünkü bu dönemde “ahlak alanında bir devrim gerçekleşmiş” ve dini pratiklerdeki düşüşten ziyade “insan özgürlüğünü merkeze alan yeni bir antropoloji” doğmuştur. Böylece Katolik Kilisesi’nin modernite ile daha sağlam bir diyaloğa girme çabası, “Kilise modern dünyaya uyum sağlamaya karar verdiğinde, modern dünya, ‘1960’ların ruhu’ olarak adlandırılan yeni bir değer sistemi ortaya çıktığı için önemli bir çalkantı yaşamıştır”. Katolikler ve diğer Hıristiyanlar arasında daha sonra yaşanan birçok kilise içi mücadele, bu yeni değerlere ne tür bir karşılık verileceği konusundaki çatışmaları içermektedir.
Kendisini Avrupa’nın kurucu değer temeli olarak gören Katolik Kilise artık daha önce egemen olan kültürden koptuğu için yeni ahlaki söylemle karşı karşıya kalmıştır. Bu söylemler, yazara göre iki yönlüdür: Birincisi, sadece siyasi bir ideal olarak değil, insan arzusunun tamamını kapsaması gereken bir gerçeklik olarak “özgürlüğün değer kazanması” söylemidir. Nitekim “Toplumun değerleri artık sekülerleştirilmiş Hıristiyan değerleri değildi; yeni değerler bireycilik, özgürlük ve arzunun yüceltilmesi üzerine kurulmuştu. Kişisel özgürlük tüm aşkın standartlardan üstündür.” İkincisi ise “doğanın değer kazanması”dır. Zira 1960’lı yılların kültürünün bir başka yeni boyutu da kapitalist sisteme atfedilen doğanın özgürce sömürülmesi geleneğinin aksine, doğanın her bakımdan, yani kişinin kendi bedeninin, içgüdüsünün ve çevrenin değerli kılınmasıdır. Yazara göre çevrecilik, vejetaryenlik, organik gıda ve alternatif tıp konusundaki yeni söylemlerin bu anlayışla yakın bir ilişkisi bulunmaktadır. Ancak buradaki paradoks, insanın doğa üzerindeki hakimiyetine dair Prometheus mitinden feragat edilirken, bu hakimiyeti insanın kendi bedeni üzerinde sürdürmesidir. Nitekim bu anlayışa göre beden, bireysel özgürlüğün tam da nesnesidir, yani “bedenim benimdir”. Doğum kontrolü talebi, yardımcı üreme teknolojisi, cinsiyet değişiklik kararları ve sinirbilime duyulan çağdaş hayranlık arasında mantıksal bir bağ vardır. Böylece 1960’lı yılların kültürü, herhangi bir norma başvurmaksızın ve insan iradesine göre değişebilen doğal çevre ile yeni bir ilişki kurmuştur. Buna göre insan doğaya özen göstermelidir elbette, ama bunu yaratıcının ihtişamını simgelediği için değil, yalnızca iyi bir dünyevi yaşamı güvence altına almak için yapmalıdır. Böylece dini geleneklerin fıtrat kavramını ifade eden “doğal hukuk” söylemi değerini kaybetmiş olmaktadır.
Bu iki söylem çerçevesinde Roy, son yüzyıldan itibaren gelişerek ilerleyen bu değişimi, ahlaktaki tüm değerlerin ve siyasetteki tüm meşruiyetin kaynağı olarak “arzulayan özne”ye dayalı bir etiğin ortaya çıkışı olarak yorumlamaktadır. Bu etik anlayışa göre insanların sadece kendi arzularından kaynaklanan “yapmak istedikleri şeyler yapmaları,” başkalarına zarar vermekten kaçınmaları koşuluyla, vazgeçilmez bir hak hatta sorumluluktur.
Bu yeni anlayışa karşı Avrupa’da Katolik Kilisesi’nin tek başına direndiği söylenebilir. Nitekim önceki papalardan son ikisi olan II. John Paul II ve XVI. Benedict, Avrupa’nın Hıristiyan köklerine geri dönülmesi çağrısında bulunarak Mesih ile kişisel bir ilişkiyi ve kilise içinde ruhani bir yeniden doğuşu savunan inanç topluluklarını teşvik etmişlerdir. Ayrıca 2005 yılında Papa XVI. Bedendict’in “Avrupa Birliği anayasasının dibacesine Hıristiyan tanrısının yansıtılmasına” dair teklifi, kurucu babalardan sonra değişen Avrupa kültürüne karşı gösterdiği tepkiye işaret etmektedir. Papanın Avrupa’nın manevi köklerine işaret ettiği Without Roots adlı kitabı, onun bu konudaki endişesini göstermiştir. Nitekim Benedict’in bu çabaları karşılık bulmamış ve o da bir süre sonra istifa etmişti. Bu sahne karşısında Roy, Avrupa’nın artık Hıristiyanlığın kalesi olmadığını açıkça ilan etmektedir. Ona göre Hıristiyanlık Avrupa kültürüne nüfuz etmesine rağmen, bu inancı anlayıp uygulayanların sayısı azalırken “arzulayan özne” eğilimi ise güçlenmektedir.
Yazar, katı göçmen politikalarını uygulayan popülist politikacıları da “arzulayan özne kültürü” akımının önünü açan bir etkiye neden olduklarını düşünmektedir. Ona göre popülist partiler Müslüman ülkelerden gelen göçmen akınını kısıtlamak için Hıristiyan sembollerini kullanarak göçmenlik meselesini Hıristiyanlık ve İslam arasındaki kültürel bir savaş olarak tanımlamaktadır. Bu durum karşısında Roy, kimlik politikalarının bazı muhafazakâr Katolikler arasında yankı bulabileceğini ve bunun da Müslüman uygulamalarını kısıtlayan yasalara yol açabileceğini düşünmektedir. Zira Roy, bu tür yasaların istenmeyen sonuçlarının tüm dinlerin toplumdaki rolünü daha da sınırlayabileceğinden endişe etmektedir. Ayrıca Roy, Avrupa’daki milliyetçi ve popülist hareketlerin sıklıkla Avrupa’nın “Hıristiyan mirasını” kurtarmak için duygu yüklü çağrılar yaptığını ancak bunun yanıltıcı olduğunu düşünmektedir. Çünkü bu tür popülist söylemler öncelikle Hıristiyanlığı yaşayan bir inanç meselesi olarak değil, kültürel bir miras olarak ve Müslüman göçüne ya da etkisine karşı bir siper olarak savunmakla ilgilenmektedir. Yazara göre gerçek tehlikeyi görmeyen ve pragmatik tutum içinde olan “Popülistler, kiliseler boşaldığı zaman ancak camilere karşı kiliseleri savunur.”
Roy’un anlattıklarına bakılırsa, Hıristiyanlığın yeniden canlanmasına yönelik en büyük tehdit İslam’dan değil popülist politikalar ve sekülerizm düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Popülistler inançsız bir Hıristiyan kimliğini öne çıkarırken, laikler ya da sekülerler onu kamusal alandan silmeye çalışmaktadır. Bu da belli ki en çok “arzulayan özne kültürü” yanlılarının önünü açmaktadır. Yazar bu aşamada Avrupa’da bir Hıristiyan uyanış ihtimalini aklına getirse de böyle bir uyanış konusunda Avrupalı Hıristiyanlardan pek de umutlu değil. Onları sayısal olarak çok zayıf görürken esasen inançları hakkında bilgi sahibi olmadıkları gibi “kendi kendilerini sekülerleştirmiş olmalarından” şikâyet etmektedir.
Roy, tanımladığı bu kültürel krizden kurtulmanın çaresi olarak, kitabının sonunda, “temellere, özellikle de Avrupa liberalizminin temellerine ve Hıristiyan mirasından ne kaldıysa onlara geri dönmekten başka seçenek olmadığını” ifade etmektedir. Yazarın sözünü ettiği miras ise, 1960’lı yılların öncesindeki, yani “başlangıçtaki Avrupa projesinin temelleri”dir. Ancak yine de Roy, bu değişen etik anlayışın bir duygu değişiminden çok daha fazlası olduğunu, yasa ve kurumların önce yavaş yavaş, sonra da artan bir güçle bu “arzu dinini” meşrulaştıracağından endişe etmektedir.
Fransız din bilimcisinin işaret ettiği “Avrupa’nın Hıristiyan değerlerini” tehdit eden yeni ahlak anlayışı, her geçen gün Müslümanlar tarafından yüzleşilen bir zorluk haline gelmektedir. Özellikle “insan kendi bedeninin sahibi” olduğu düşüncesi temelinde gelişen ve daha çok cinsel eğilimlerde kendini ortaya koyan bu yeni tutumun hiçbir dini gelenekte elbette ki meşruiyet zemini bulunmamaktadır. Haddizatında, yazarın ifadesiyle, söz konusu “arzulayan özne kültürü” taraftarları meşruiyetlerini, dini referansları dışlayan laik ya da seküler paradigmanın “özgürlük” vaatlerine dayandırmaktadırlar. Ancak Roy’un işaret ettiği üzere, sekülerizmin Batılı kaynağı olan ülkelerin bile seküler politikalarında kilisenin dini değerlerini medeni hukukta dikkate aldıkları görülmektedir. Bu durumda laiklik ve sekülerlik paradigmasının kurum olarak kiliseyi devlet işleyişinden ayıran mekanik yönüne dikkat edilmelidir. Böyle bakıldığında, Fransız antropoloğun da dile getirdiği gibi, cinsel tercih özgürlüğünün sekülerlik ya da laiklik gibi uluslararası sayılan bir norm üzerinden meşrulaştırılmasının mümkün olmadığı gibi “arzulayan özne kültürü”nün hukuki temeli olmayan bir dayatma olduğu açıktır.
Küresel olarak yakın gelecekte etkisini daha da artıracağı aşikâr olan bu “arzulayan özne” ahlakının henüz uluslararası bir hukuki meşruiyet temeli olmasa da pragmatik politikacılar tarafından yollarının hızla açılacağı anlaşılmaktadır. Bu yeni “ahlaki” eğilime karşı, politikacıların seçim kaygısına dayalı yaklaşımlarına güvenmek yerine, yegâne direnç noktasının geleneksel dini anlayışlar olduğu söylenebilir. Maalesef kendisi de henüz cinsel istismar ithamlarından yakasını kurtaramamış olan Katolik Kilisesi’nin bu küresel tehdit ile ne kadar başa çıkabileceği tartışmalıdır. Ancak Katolik çevrelerde yoğun gündem oluşturan bu küresel tehdidin Müslüman düşünürlerin zihnini daha çok meşgul etmesi gerektiği ortadadır. Zira öyle görünüyor ki soruna yönelik dini sabiteler dışında bir muhalefet hattı bulunmamaktadır.