Kadim Yunan edebiyat geleneğinin en temel unsurlarından olan trajedi ile ritüel arasında çok yakın bir ilişki kurmak mümkündür. Köken itibarıyla tragos “oğlak”, oidia “şarkı” anlamına gelmekte ve “trajedi” kelimesi “oğlağın şarkısı”nı ifade etmektedir. Çünkü pek çok pagan Yunan ritüelinde oğlak en önemli kurban hayvanı olarak boğazlanmıştır. Dolayısıyla, bu ayrıntı bir yana, trajedi ile kurban ritüeli arasında yakın bir ilişki söz konusudur. Trajedi aynı zamanda kadim kültürel davranışları ve pagan ritüellerin performansını ifade eden bir sahne oyunudur. Konularını genellikle ritüelistik sunumlar içinde sergiler. Örneğin XX. yüzyılın sonlarına doğru yeniden yaygınlaşan tiyatro oyunları, “ritüelin geri dönüşü” olarak kutlanmıştır.
Kurban, aynı zamanda Yunan geleneğinin köklü metinlerinden olan Homerik destanlarda önemli bir rol oynar. Yukarıda kısaca ifade edildiği gibi, Homeros’un destanındaki kurban sahnesinin Yunan sahne kültüründe yer alan trajedilerden birisi olduğu artık yaygın bir kanaattir. Bu kanaat, esasen dini gerekçelerle kurban kesen kişilere dönük seküler aşağılamacılığın da kaynağını oluşturur. Bu kanaati savunanların öncüsü W. Burkert’a göre din, hayatın yayılması ve sürdürülmesiyle yani üremeyle ilişkilidir. Ancak dinler varlıklarını yaşamla gösterir gibi yaparken derinlemesine bir ölüm telkini halindedirler. Dolayısıyla Burkert kurban ritüeli nedeniyle dini, ölümle, özellikle de öldürme ile ilişkilendirmiştir. Yunan trajedisi ve kurban ritüeli konusunu işlediği metninde Burkert, bir küçükbaş hayvan kurban etme geleneğinin kişiyi tarih öncesi insani gelişimin derinliklerine nasıl geri götürdüğüne işaret etmek istemiştir. Ona göre öldürmenin korkusu ve kan akıtmanın histerik telaşı, yaşam ve ölümün çift yönlü veçhesinde kurban ritüeli ile insan varlığının köklerine dokunmak demektir. Bu düşüncede işaret edilen husus, dinin kaynağının tanrıya kurban sunumu sırasındaki duygusal durum ile yakın bir ilişki olduğu iddiasıdır.
Burkert’ın iddiaları dinin kaynağını araştıran Taylor, Spencer ve Frazer gibi Viktoryan düşünürlerin tezleri açısından sıra dışı idi ve onların tezlerini yeniden değerlendirmiştir. Nitekim Burkert dinin kaynaklığıyla ilgili olarak, adı geçen din araştırmacılarından farklı şekilde, kurban ritüelinden türemiş bir dinden söz etmekteydi. Böylece o, insanın dini yaşamının kaynağına kurban ritüelini koymuş ve kurban ritüelinden önce bir dinin varlığından söz edilemeyeceğine işaret etmiştir. Bu yaklaşıma göre dini anlamak için öncelikle kurbanı anlamak gerekir ya da aslında kurbanı anlamak dini anlamaktır.
Yukarıda ifade edildiği gibi Burkert da trajediyi “oğlağın şarkısı” ya da daha doğrusu “ağıdı” olarak tanımlar. Esasen bu ifade, kurban edilen hayvanı insanlığın üzerinde geliştiği en temel unsur olarak nitelerken, ilkel olanı ise yüceltilmiş edebi ilerlemelerin kurucu temeli olarak tanımlar. Dolayısıyla insanlığın sosyal gelişim ve ilerlemesi bir anlamda hayvan kurbanı ritüeli bağlamında tanrısal unsurlarla kurulan temas tecrübesine dayanmaktadır. Aslında içinde bulunulan durum, yaşama duyulan saygı ile öldürme emri arasındaki gidiş-geliş halidir. Öldürme ritüelinin trajik jestleri toplumu ortak suç etrafında bir araya getirir. Bu anlayışa göre bir kurban ritüelinde toplum, sosyal birlik olarak ortak şok ve suç duygusu içinde birbirine bağlanır.
Kurbanın bir trajedi olması, esas itibarıyla pagan tanrı tasavvuru ve bu tanrıyı razı etmeye dönük arayışın bir uzantısıdır. Tanrı veya tanrılara, onlardan gelecek afet, felaket, kıtlık ve belalardan emin olmak için teskin edici ritüellerin sergilenmesi gerektiği düşünülmüş olmalıdır. Kurban ritüelinde tanrıları teskin eden unsur, hayvanın yağına sarılmış iç organlarının ateşe atılmasıyla yükselen yanmış et, yağ ve sakatat kokusudur. Duman duman göğe doğru yükselen bu kesif kokunun tanrıların gazabını engelleyecek şekilde onları tatmin ve teskin ettiği düşünülmüştür. Böylece insan varlığının tanrının gazabından emin olacağına ve ondan beklediği ilahi yardım ve desteği elde edeceğine inanılmıştır. Burkert’ın bahsettiği trajik nokta burada ortaya çıkmaktadır. Tanrılar yanık et kokusuyla teskin olmakta ve bunun için insanlardan kendisi için canlı bir hayvanı öldürüp ateşte yakarak sunmasını istemektedir. Tanrıların bu kokuyla tatmin olmaları Burkert için işin acı tarafını oluşturmaktadır. Asıl trajedi ise böylesi bir inanca sahip olmakla başlamaktadır. Dolayısıyla tanrıların bu şekilde teskin edilip yatıştırıldığına inananların katı bir ritüelistik uygulamalar ile canlı bir hayvanı boğazlamaları ve ateşte yakmaları bu acının trajediye dönüşen tarafıdır. Kaldı ki Burkert, dinin kökeni ile kurban arasında bağlantı kurarken, tanrıların kurban istediği inancının yani acı veren bir talebin bir trajediye dönüşmesini bu dinin insan belleğinin ürünü olduğu sonucuyla ilişkilendirmektedir.
Paganist ritüellerin yol açtığı bazı trajik örnekler Cahiliye Arap toplumunda da yaşanmıştır. Hz. Peygamberin dedesi Abdulmuttalip on erkek çocuğu olursa birisini tanrıya kurban edeceğine söz verir. Nihayet erkek çocuklarının sayısı onu bulduğunda hangi çocuğunun kurban edileceğine kakar vermek üzere Hübel’in önünde fal oku çekilir. Çekilen ok Hz. Peygamberin babası Abdullah’ı işaret ettiğinde her çekilen ok için on deve bedel konularak Abdullah ile develer arasında kura çekimine devam edilir. Develerin sayısı yüzü bulunca fal okları nihayet develeri işaret eder. Cahiliye döneminin paganist geleneği, batıl bir şekilde Abdullah’ın kurban edilmesini gerektirmiştir. Aynı gelenek Abdullah’a karşılık yüz devenin bedel tutulmasını işaret etmiştir. Tüm bu ritüellere Hübel putu şahit tutulmuştur. Burada Burkert düşüncesine göre fal oku çekmek suretiyle tanrıların kanaatini öğrenme ya da değiştirmenin mümkün olacağı inancı insan benliğini inciten ve ona acı veren bir inançtır. Ancak bu inancın gereğinin yapılması Abdulmuttalip için bir trajediye dönüşmüştür.
Meselenin izahı insan zihninde kutsal metinlerde ifade edildiği gibi bir çırpıda ve kolayca yerleşmiş değildir. Hz. İbrahim’in Moriah dağına çıkarken hissettiklerini, oğlunun babasından endişe etmesini, Hz. İbrahim’in ilahi emrin oğlunu hedefleyen yönünü nasıl gözden geçirdiğini bilmiyoruz. Peygamber, yani rab ile vahyi temas halinde olan bir insan söz konusu olunca, İslam geleneğinde kişinin vahyi emirle temas halinde neler hissettiği sorgulanmaz. Ancak Hz. İbrahim’in Kitab-ı Mukaddes anlatısına göre oğlu İshak’ı kurban etmekle emrolunup kendisine İshak’ın yerine bir koçun verilmesine kadar neler hissetmiş olabileceği Soren Kierkegaard’in Korku ve Titreme kitabına konu olmuştur. Komünyon ayininin, ritüelin kaçınılmaz trajik anlamıyla tecrübe edildiği böylesi bir dini gelenek içinde yetişen Kirkeegard’ın Korku ve Titreme’sinde İbrahim peygamberin, oğlu İshak’ı kurban edişi öncesinde yaşayabileceği psikolojik savrulmaların tespitine çalışılmıştır. Kirkeegard kısa metninde, iman ve ahlak bağlamında temel olarak üç probleme yoğunlaşmıştır: (i) Etik olanın teolojik olarak askıya alınması söz konusu olabilir mi? (ii) Tanrı’ya karşı mutlak bir görevden sorumlu olunabilir mi? (iii) İbrahim oğlunu kurban edeceğini karısı Sara’dan, hizmetçilerinden ve İshak’tan saklaması etik midir? Her biri bir prensip ihtiva eden bu üç şüphe problem olarak ele alınmakta ve bunlar düzenli olarak Korku ve Titreme’nin diyalektik kısmını oluşturmaktadırlar. Ancak Burkert’ın acı ve trajedi bağlamıyla değerlendirdiği pagan kurban ritüeli perspektifinden bakıldığında Kirkeegard’ın ritüelin acı olan kısmına boyun eğen ama kurbanın trajik boyutunun ortadan kalktığına işaret eden bir yaklaşımı vardır.
Kierkegaard, Hz. İbrahim’in kurban anlatısı üzerinden esasen iman ve ahlak konularını tartışmaya açmakta ve bunları Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme yükümlülüğüne iman ya da bu yükümlülük sürecini gerçekleştirirken izlemesi gereken ahlaki yol bağlamında ele almaktadır. Düşünüre göre İbrahim, iman sınavında çektiklerinden dolayı yücedir. Dolayısıyla İbrahim’in bu öyküsüyle okuyucu ıstırabın doğasına odaklandırılmaktadır. Bu odaklanış rabbin kendisinden çocuğunu kurban etmesini isteyişidir. Kadim Yunan-Roma geleneğinin kurban ritüeli ile karşılaştırıldığında, İbrahim kıssasında da aynı acı verici kaynakla yüzleşilmiş olmaktadır. Pagan gelenekte insanlar, tanrıların gazabından emin olmak, felaketlerden uzak durmak ve bereketli bir tarım dönemi yaşamak, yani tanrılarla barış halini sürdürmek ve onları teskin etmek için hayvanları kurban ederlerdi. İşin acı tarafı, insanların huzur ve mutluluğu adına bir hayvanın, yani “günah keçisi”nin gözden çıkarılması ve tanrıların da bu sunudan mutmain olmasıdır. Metafizik âlemden fizik dünyaya egemen olan böylesi kudretli tanrısal unsurların bir hayvanın etinin yanık kokusu ile mutmain olması, modern perspektiften bakıldığında, acı bir durumu ifade etmiş olmalıdır. Kurban ritüelinin gerçekleştirilmesi süreci ise daha önce ifade edildiği gibi, acı verici bu ilişkinin trajik boyutunu ifade etmektedir. Kurbanın boyun tendonları ve şah damarı kesilerek akıtılan kanın kâsede toplanması ve kendi yağına sarılmış iç organların ateşin üzerinde dumanlanarak göklere ulaşması ritüel niyetiyle bir trajedinin sahnelenmesidir.
Hıristiyan düşüncesi bağlamında imanın akıl düzleminde anlaşılamayacağını telkin etmiş olsa da esasen Kierkegaard, kurban ritüelinin acı veren gerekçesinin trajik bir sonuca dönüşmeden nasıl sonlandığını kavrama çabasındadır. Eğer Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmesi ile sonuçlanan bir ritüel süreci yaşanmış olsaydı, bu durum Hıristiyan komünyon ayininde İsa Mesih’in bir kurban olarak sunulması düşüncesine uygun olduğundan yadırganmayacaktı. Yine de Kierkegaard’a göre İbrahim’in eylemini yücelten şey, bu eylemi yaparken ıstırap çekmesidir. Yani kurban ritüelinin paganist gelenekteki acı verici gerekçesinin İbrahim için de bir acı kaynağı olduğu ifade edilmektedir. Bu durumda İbrahim, rabbin, kendi çocuğunu neden kendisine kurban etmesini emrettiğini sorgulamış olmalıdır. Zaten Korku ve Titreme’de tasarlanan mizansen anlatım bu hususu ortaya koymaktadır. Hıristiyan gelenekten gelen Kierkegaard, Tanrı’yı gazaplı halinden (Yahova) merhametli ve bağışlayıcı bir hale (Baba) çeviren kurban ritüelinin anlamının farkındadır. Esasen paganist kurban ritüelinin etkisini hissettiren bu uygulamaya göre Kierkegaard, İbrahim’in kurbanı tecrübesinde meselenin acı veren boyutunu keşfetmiş ancak sürecin bir trajediye dönüşmeden sonuçlanmasını neye yoracağını tasarlamıştır. Bu çerçevede meseleyi İbrahim’in imanı olarak ele almış görünse de Kierkegaard aslında bir babanın kendi eliyle ve rabbin emriyle oğlunu kurban etme girişimine ait senaryoyu trajedi boyutuyla sürdürmüştür.