prof. dr. hakan olgun

Dalitler: Stigmatize edilmiş halk

08 Oca 2024
Dalitler: Stigmatize edilmiş halk

“Stigma” kavramı sözlüklerde kölelerin ya da esir askerlerin bedenleri yakılarak, yara açılarak ya da dövme yapılarak işaretlenmesi ve böylece damgalanması anlamına gelmektedir. Zamanla gelişen anlamıyla kavram “toplumun çoğunluğu tarafından bir kişiye veya bir grup insana karşı güçlü bir saygı eksikliği veya toplumun onaylamadığı bir şeyi yaptıkları için onlar hakkında kötü fikir sahibi olmak” anlamına dönüşmüştür. Dini terminolojide ise genel olarak dini gerekçelerle olumsuz görülerek ana toplumsal bünyeden dışlanma durumunu ifade etmektedir. Günümüzde stigmatize edilmiş toplumlara en uygun örnek Hind bölgesindeki Dalitler olarak bilinen toplumdur. Dalitler, farklı dine mensup oldukları için değil mensup oldukları dinin kendilerine verdiği düşük statüden dolayı damgalanarak dışlanmışlardır.

Sanskritçe bir kelime olarak “dalit”, “dokunulmazlar” anlamına gelmektedir. Kavram Hinduzim’in (Sanatana Dharma) kast sisteminin bir ürünü olarak gelişmiş ve kast sınıfları içinde yer alamayan yani “tasnif dışı” olan “en dipteki” sınıfsız topluluğa işaret etmiştir. Hinduizm inancının geçerli olduğu Hindistan başta olmak üzere kast sisteminin kültürel etkisinin yoğun bir şekilde hissedildiği Nepal, Bangladeş ve Pakistan gibi bölgelerde Dalitlerin varlığından söz edilebilir. Kastın herhangi bir sınıfının üyesi olanların yapmak istemedikleri bütün “kirli” işleri yapmaları beklenen bu toplumun “dokunulmazlar” olarak isimlendirilmeleri, esasen onların dokunulamayacak kadar kirli ve murdar kabul edilmelerinden ileri gelmektedir.

Hind dini geleneğinin bir ürünü olan Dalitlerin kökeni, aslında Hinduizm’in sosyal tabakalaşmayı gerektiren kast sistemine dayanmaktadır. MÖ. II. yüzyıla ait Manu kanunlarında ifade edilen bu kast sistemi, dört sınıfa ayrıştırılmış sosyal bir tasnif olarak belirmektedir. Kast sistemi çerçevesinde toplum bir piramit şeklinde düşünüldüğünde, piramitin tepesinde rahip ve din adamlarını ifade eden Brahmin sınıfı, altında idareci ve askerleri ifade eden Kşatriya sınıfı, üçüncü olarak ticaret ve ziraat ile uğraşan Vaişya sınıfı ve son katmanda ise işçileri ifade eden Sudra sınıfı yer almaktadır. Piramitsel bir hiyerarşi olarak düşünülen kast sisteminin en ayrıcalıklı sınıfı olan Brahmin üyelerinin sayıları az olurken Sudralar en kalabalık sınıfı oluşturmaktadır. Bununla birlikte her kast sınıfının kendi içinde de sınıfsal bir tabakalaşmaya gittiği bilinmektedir.

Hinduizm’de kast sisteminin Tanrı Brahma’nın bedeni ve uzuvlarına göre şekillendiğine ilişkin güçlü bir inanç zemini söz konusudur. Tanrı Brahma’nın bedeninin referans alındığı bu sistemde Brahma’nın ağzından Brahmin, omuz ve kollarından Kşatriya, karnından Vaişya ve ayaklarından Sudra üyeleri var edilmiştir. Buna göre bu dört sınıflı kast sistemi içinde yer alamayan yani sosyal konumları Tanrı Brahma’nın ayakları altında olan kalabalık bir topluluk da söz konusu olmaktadır. Bahsettiğimiz Dalitler bu dört katmanlı sosyal tasnifin en altında olma hakkına bile sahip olmayan toplumu ifade etmektedir.

Kast sisteminin herhangi bir tabakasında yer alan bireylerin bu tabakaya ait oluşları önemli bir dini gerekçe olan Hinduizm’deki karma inancına dayanmaktadır. Çünkü karma, kast sistemini ayakta tutan ve ona dini bir meşruiyet zemini sağlayan Hinduizm’in temel kavramlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu inanca göre, bütün varlıklar esasen bir önceki hayatlarındaki yapıp-etmelerinin karşılığını bu hayatta yaşamaktadırlar. Bu hayat aynı zamanda bir sonraki hayatın da nasıl olacağını belirlemektedir. Yani bu hayat, bir önceki hayatın sonucu olurken bir sonraki hayatın da sebebi olmaktadır. Reinkarnasyon inancı gereği ölümden sonra yeniden bedenleşen ya da başka bir bedene giren ruh, bir önceki hayatının kazanımını yaşamaktadır. Bu hayatın değerini belirleyen ise elde edilen karmalardır. Kişinin dini gerekçelerle yerine getirdiği yükümlülükler ne kadar fazla ise karması da o kadar iyi ve üst seviyede olacak ve bir sonraki hayatında daha üst bir kast içinde yaşama imkânı bulacaktır. Buna göre bu hayatta kastın hangi sınıfı içinde bulunulduğu bir önceki hayatın karması ile izah edilmektedir. Bu durumda bu hayatın sosyal konumu, esasen bir önceki hayatın yapıp etmelerinin bir sonucudur.

Karma sistemi esas alındığında Brahmin üyelerinin niçin kast piramidinin tepesinde oldukları, sudraların ise niçin en alt sınıfta olduklarının izahı mümkün olmaktadır. Böylece her sınıfın mensubu içinde doğduğu sınıfı bir önceki hayatının sonucu olduğuna inanarak bunu kabullenmekte ve içinde bulunduğu kastın gereğini yerine getirmeyi de hedef edinmektedir. Böylelikle üst sınıflar için de karma sistemi bir meşruiyet temeli oluşturmaktadır. Ancak kast sistemine en alt sınıf üzerinden bile dahil olamayan Dalitlerin durumu daha da kötüdür. Çünkü onların bir önceki hayatlarında kast sistemi içindeki sınıflarda yer almalarına yetecek kadar karma biriktirmedikleri yani yeterince iyi insan olmadıkları düşünülmektedir. Dolayısıyla bu hayatlarındaki olumsuz durumları, bir önceki hayatları açısından onların müstahak oldukları ceza halini ifade etmektedir. Elbette bu düşünce, sadece dini olarak değil sosyal olarak da bu toplumlara yönelik dışlayıcı ve hakir görücü bir tutumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Hint bağımsızlık mücadelesi sırasında, Dalitler olarak bilinen halkın durumunun iyileştirilmesi için iki farklı yaklaşım ortaya çıkmıştır. İlki, 1932 yılında Dalit halkının statüsünü yükseltmeyi düşünen ve onlara dışlamacı bir niteleme olan “dokunulmazlar” yerine “Tanrı’nın çocukları” anlamında “Harijan” adını veren Mahatma Gandhi (1869-1948) tarafından önerilmiştir. Gandhi bir yandan Hinduizmin geleneksel kast sistemini korumak isterken diğer yandan “dokunulmazlığın” aşağılayıcı damgalama ve tezahürlerinin giderilmesi gerektiğini savunmuştur. İkincisi ise kendisi de düşük kast üyesi olan hukukçu Dr. B. Ramji Ambedkar’a (1891-1956) aittir. Ambedkar, Dalitlerin sorununu ancak kast sisteminin tamamen ortadan kaldırılmasıyla çözülebileceğine inanmış ve anayasal tanınma talep ederek “dokunulmazların” sözcüsü olmuştur. Ancak, Gandhi’nin buna karşı çıkması üzerine Ambedkar Hindu inancını terk ederek Budist olmuştur.

Hindistan’ın 1947 yılında bağımsızlığını kazanması ile Dalitler için bir umut ışığı yanmıştır. Bağımsız Hindistan anayasası dini inanç temelli bu sosyal ayrımcılık uygulamasına resmi olarak son vermiştir. Ancak beklenen olmamış ve resmi hukuk açısından kast sisteminin yasal dayanağı kalmasa da halk kültüründe tarihsel temeli olan kast ayrımcılığı uygulaması, özellikle kent varoşları ile kırsal kesimlerde yaygın olarak devam etmiştir. Günümüz Hindistanı’nda 167 milyon nüfusa sahip oldukları tahmin edilen Dalitler, tarih boyunca olduğu gibi hâlen kendini üst kast sınıfı içinde tanımlayan çoğunluğun yapmak istemediği ağır ve kirli işleri yapmak zorunda bırakılmaktadır. Dini ve sosyal yaşama dahil edilmeyen, tapınaklara alınmayan Dalitler yaygın olarak tuvalet ve umumi mekanların temizlikçiliği, kasaplık ve deri debbağlığı gibi işlerle uğraşmaktadır. Dalitlere yönelik baskılar genellikle daha iyi sayılabilecek işlerde çalışma imkânı verilmemesi, çocuklarının okullarda dışlanması, onlarla birlikte aynı yerde bulunulmaması, birlikte yemek yenilmemesi, çeşme ya da su kuyularından uzak tutulmaları dolayısıyla Dalitler ile aynı sosyal ortamın paylaşılmamasıdır. Daha da kötüsü hem dini hem de sosyal açıdan toplumun en değersiz halkı olarak görüldükleri için olmalı ki, Dalitlerin pek çok üyesi cinsel suçlara uğrayıp cinayetlere kurban gitmektedir. Arazi sahipleri tarafından oldukça az bir ücrete çalıştırılan Dalitler yine bu zengin mülk sahipleri tarafından adeta “köleleştirilmek” üzere ağır borçlandırmalara tâbi tutulmaktadır. Bu borçlar büyük ölçüde babadan çocuklarına devredilmekte, bhaliyle bu istismar örgüsü kuşaklar boyunca sürdürülmektedir. Böylece Dalitler sosyal, ekonomik, kültürel ve politik açıdan ağır bir dışlanmışlığa maruz bırakılmaktadır. Her ne kadar Dalitlerin durumunda bir iyileştirme talep etse de Gandhi’nin de Hind geleneğinin önemli unsuru olan kast sistemini korumak adına Dalitler için kesin bir çözümden kaçındığı anlaşılmaktadır.

Dalitlerin içinde bulundukları duruma ilişkin çözümlerinden birisi ise kendilerini hem dini hem de sosyal olarak dışlayan Hinduizm’i terk ederek farklı dinlere geçme isteğidir. Bu çerçevede pek çok Dalit üyesi Hıristiyanlık, Budizm ve İslam dinlerini tercih etmiştir. Özellikle İslam ve Hıristiyanlık daha “sosyal eşitlikçi” dinler olarak göründüğünden Dalitler tarafından daha fazla tercih edilmektedir. Esasen İslam XIII. yüzyılda Hindistan’a ulaştığında alt kastlara mensup olanlar ya da Dalitler tarafından büyük teveccüh görmüştür. Bununla birlikte İslam dinini tercih etmenin Dalitler için bir kurtuluş olduğunu söylemek zordur. Nitekim Müslüman olsalar da yine aynı çevrede ve aynı toplumsal tabaka içinde yaşamaya devam etmektedirler. Hindistan hükümeti nezdinde artık Müslüman olmakla kast sistemi geleneğinden muaf olduklarına dair de herhangi bir uygulama söz konusu olmamaktadır. Hatta Müslüman ya da Hıristiyan olan Dalitlerin geleneksel kast sisteminden muaf olmadığına dair güçlü bir kamuoyu kanaati yerleşmiştir.

Bunun yanında yeni mensubu oldukları Müslüman toplum içinde de benzer bir ayrımcılığa tâbi tutuldukları görülmektedir. Bölgedeki Müslüman toplumlar bu sosyal tabakalaşmayı temel olarak “eşraf” ve “eclaf” sınıfları olarak ifade etmektedir. Soyluları ifade eden “eşraf” Müslümanlar, tarihin erken dönemlerinde bu bölgeye gelen Arap tüccarlar ile Orta Asya’dan gelen Müslümanların soylarını ya da kast sisteminin üst sınıflarında iken Müslüman olanları içermektedir. “Görgüsüz, nezaketsiz, kaba toplum” anlamına gelen “eclaf” ise Müslüman olan Dalitlere verilen isim olmuştur. Öyle anlaşılmaktadır ki Hint bölgesinin kendilerini üst düzeyde gören Müslümanları tarafından Dalit Müslümanlarına ilişkin bu ayrımcılık çözülmesi gereken önemli bir sorun olarak görülmemiştir. Biruni’nin XI. yüzyılda işaret ettiği kast sistemine bağlı bu ayrımcı tutumun devam eden süreçte “eşraf” Müslümanlar tarafından pek önemsenmeyerek kültürel zeminde sürdürüldüğü fark edilmektedir.

Hıristiyanlık tercihinde bulunan Dalitler için de durum pek farklı değildir. Ülkedeki kiliselerde Dalit Hıristiyanlarına karşı sistematik bir dışlamadan söz edilmektedir. Kilise ibadetleri sırasında Dalit Hıristiyanlar ile diğer cemaat üyelerinin oturma alanlarının ayrıştırma, ortak hayatı paylaşmama ve evlilik yapmama gibi sosyal entegrasyonu engelleyen tutumlar göze çarpmaktadır. Hatta ölen Dalitler için bile diğer cemaat üyelerininkinden farklı mezarlıklar oluşturulmuştur.
Kast sistemi resmen kaldırılmış olsa da sosyal ve kültürel etkisi Hint bölgesinde yaygın olarak devam etmektedir. Çünkü kast sistemi ayrımcılığının en büyük mağduru olan Dalitlerin haklarını koruyan anayasal düzenlemeler yeterince işletilmemekte ve bu halk üzerindeki insan onur ve haysiyetini rencide eden dışlama ve baskılar devam etmektedir. Dalitlere yönelik dışlamayı engelleyen kanunların yetersiz kalmasının sebepleri arasında, hükümetlerin bu yönde siyasi irade göstermemeleri, üst kast üyesi ve bürokrasi mensuplarının sosyal adalet yönündeki zaafiyetleri ve ayrımcı uygulamaları gözetlemeleri gereken sivil toplum örgütlerinin yetersizlikleri gelmektedir. Esasen Dalitlerin sosyal örgütlenme açısından kendilerini ifade etme imkanları da doğal olarak oldukça kısıtlı kalmıştır. Son dönemlerde bazı sivil toplum örgütlerinin Dalitlerin durumunu uluslararası medyanın gündemine getirme çabasına rağmen henüz sürdürülebilir bir çözüm sağlandığı da söylenemez.

Kast sisteminin baskısından kurtulmak için Hinduizm’i terk etseler de içine düştükleri kısırdöngüden kurtulamayan yani dinlerini değiştirseler de Brahmanik sınıflarını değiştiremeyen Dalitlerin durumunu en iyi anlatan ifade, dillerinden düşürmedikleri “Dalit doğar Dalit ölürüz” sözüdür.